22 Temmuz 2017 Cumartesi

Kitlesel Terör ve Psikolojik Altyapıları


Günümüz dünyasında terör yüz binlerce masum insanın canını almış, toplumlarda büyük korkulara, travmalara neden olmuştur. Şu an dünyada terörden etkilenmeyen hemen hemen hiçbir bölge, devlet yoktur.

Terör örgütleri siyasi, etnik, mezhepsel yönlerden incelenmesi gereken yapılardır. Bu yazıda ben terör örgütlerinin psikolojik alt yapısından bahsedeceğim.

Terör örgütleri birer grup olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Freud grup içinde olmanın, bireyin bilinçdışında yatan bastırdığı dürtülerinden kurtulmasına yol açtığını söylemektedir. Gerçekten de bugün baktığımızda terör örgütleri üyelerine özellikle saldırganlık dürtüsünü şiddet yoluyla rahatlıkla ortaya çıkarma fırsatı vermektedir. Bunun yanında kaba ve basit güdülerin de grup içinde çabuk yayılmaya meyilli olduğunu düşünürsek bu örgütlerin neden bu kadar insanlık dışı şeyler yaptığını bir anlamda açıklayabiliriz. Dünyanın pek çok yerinden insanlar saldırganlık dürtülerini yaşadıkları yerlerde ortaya çıkaramadıklarından terör örgütlerine katılmaktadırlar. Özellikle patolojik durumu olanları düşündüğümüzde onlar için bulunmaz bir ortamdır bu örgütler.

Kitle psikolojisi pek çok toplumsal olayın incelenmesi açısından önemli olduğu gibi terör örgütlerinin incelenmesi açısından da önemlidir. Freud kitle bireylerinin olmaz diye bir şey bilmediklerini öne sürmüştür. Bizler de terör örgütü üyelerinin yaptıkları karşısında dehşete düşüyoruz çünkü bize göre bunlar olmayacak şeyler ama Freud’un da dediği gibi kitle bireyleri olmaz diye bir şey bilmezler. Bir kişinin grup içinde kendi kişiliğini yitirmesini Festinger ‘kimlik belirsizliği’ olarak adlandırır. Bu durumda birey hiç sorgulamadan grup normları her ne olursa olsun uymayı seçecektir. Bu alanda yapılan araştırmalar da benliğini kaybetmenin insanların daha vahşi davranmalarına yol açtığını göstermektedir.

Terör örgütünün önemli bir yapısı da lideridir. Nasıl ki kitle açısından lider öncü görevi görüyorsa terör örgütlerinde de durum bu şekildedir. Tarihte özellikle Büyük Selçuklu döneminde Hasan Sabbah kurduğu tarikat ile insanlara korku salmıştır. Kitlelerde telkin önemli bir güç olduğu için Hasan Sabbah da fedailerine telkin ve haşhaş ile istediğini yaptırmıştır. Günümüz terör örgütlerine baktığımızda da telkin ve uyuşturucunun önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Bu şekilde pek çok kişinin beynini yıkayan örgütler kendilerine üye kazandırmaktadırlar. Bu kısımda aynı zamanda Le Bon’un sosyal bulaşma kavramı da devreye girmektedir. Buna göre sosyal bulaşma yaşandığı zaman bireylerin kontrol mekanizması devreden çıkar bu da zararlı ve ahlaki olarak yanlış davranışlara neden olur.
Özellikle radikal terör örgütlerinde uçlara kayma oldukça yaygın olarak görülmektedir. Bu da riske girme davranışlarını arttırır. Güvenlik noktalarına yapılan saldırılarda bunun örneklerini görebiliriz. Yapılan araştırmalar da grup içinde riske girme davranışının arttığını göstermektedir.

Yazıma son verirken pek çok masum insanın hayatına mâl olan terörün engellenmesi adına siyasi, etnik, mezhepsel yönlerin yanı sıra kitle psikolojisinin ve grup psikolojisinin incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca yakın bir zamanda kaybettiğimiz ve bu yazıda da kitabından faydalandığım değerli hocamız Prof.Dr.Çiğdem Kağıtçıbaşı’nı saygıyla anıyorum.


KAYNAKÇA
Freud, S. (2014) Grup Psikolojisi ve Ego Analizi. Büşra Yücel (Çev.). Ankara: Alter
Freud, S. (2015) Kitle Psikolojisi. Kamuran Şipal (Çev.). İstanbul: Cem
Kağıtçıbaşı, Ç. (2008) Günümüzde İnsan ve İnsanlar. İstanbul: Evrim

Le Bon, G. (2014) Kitleler Psikolojisi. Hasan İlhan (Çev.). Ankara: Alter

19 Temmuz 2017 Çarşamba

KAYIP BEN: BORDERLİNE
  
 
   ‘Annemin kendini iyi hissetmesini sağlamak benim işimdi. Beni, kendisi için bir nesne gibi kullandı. Sanki o veya onun varlığı tüm evi doldurmuş gibiydi. Benim kendiliğim yoktu, kendi başıma bir kişi değildim.’ Diyor bir borderline hasta. Bu yazımda borderline (sınır) kişilik bozukluğunu ele alacağım.
   
    Yukarıdaki cümlede de gördüğümüz gibi borderline hastalarda kayıp bir ben vardır. Kim olduklarından tam olarak emin olamadıkları gibi kendilik imgeleri de yetersizdir. Bu yüzden yoğun bir şekilde ve açıkça kendilerinden yakınırlar. Temel iç ruhsal sorunları da kendi başına özerk bir şekilde kendilerini idare edememektir. Bunun kaynağına indiğimizde borderline üçlüsü dediğimiz bir durum ortaya çıkar: Ayrılma- bireyleşme, savunmaya yol açan depresyona neden olur. Bu üçlünün ilki olan ayrılma- bireyleşme Margaret Mahler’ın kuramından gelmektedir. Mahler’e göre ayrılma- bireyleşme birbirini tamamlayan iki gelişimdir. Beş alt evreden oluşur ve yaklaşık beşinci ve otuzuncu aylara tekabül eder. Ayrılma çocuğun anne birleşik olan ortak yaşamlarından çıkması bireyleşme ise çocuğun bireysel karakterini kabul ettiğine dair işaretler olan başarılardan oluşmaktadır. Bu noktada anne ayrılma bireyleşme kısmında çocuğa destek olmak yerine onun kendisinden ayrıldığını kabul edemediği ya da önce kabul edip sonra uygunsuz şekilde bireyleşmeye teşvik ederse (yani çift mesaj) bu süreçte bir savunma görülecektir. Savunma ise anne tarafından çocukta hayali bir terk depresyonuna yol açar. Böylece borderline üçlüsü tamamlanmış olur. Çocukluğa değinmişken yapılan bir araştırmada borderline hastaların %72’sinde çocuklukta ya da ergenlikte örseleyici yaşantıların yer aldığı görülmüştür. Çocuk anne ilişkisindeki tutarsızlık da örseleyici yaşantılara sebep olabilmektedir.
 
    Şimdi gelelim borderline hastaların diğer özelliklerine. Borderline kişilik bozukluğunda giriş kısmında gördüğümüz cümlede olduğu gibi hasta boyun eğme savunma mekanizmasını aşırı kullandığı için adeta bir bukalemun görünüşü ortaya çıkar. Ancak tek mekanizmaları bu değildir. Borderline hastalar libidolarını yönlendirdikleri nesneye ya yapışırlar ya da ondan uzaklaşarak savunma yaparlar. Borderline’ın Dsm tanı ölçütlerinden biri olan bir kişiyi gözünde aşırı büyütme ya da yerin dibine sokma uçları arasında gidip gelme durumu bu savunmalardan kaynaklanmaktadır. Otto Kernberg buna spesifik savunma operasyonları demiştir. Borderline 3’lüsünde son kısımda hayali terk depresyonundan bahsetmiştim. İşte borderline hasta bunu hayatı boyunca sürdürür ve hayali ya da gerçek bir terk durumuna uğramamak için yineleyici intihar davranışlarında bulunabilir ve yapılan araştırmalara göre kendilerini yaraladıklarında genellikle acı hissetmezler. İntihar bir uç noktadır ancak hızlı araba kullanma, tehlikeli cinsel ilişkiler, tıkanırcasına yeme, madde kullanımı gibi dürtüsel davranışlar borderline semptomları arasında yer alır. Ayrıca borderline tablosunda insanları kutuplaştırma eğilimini görürüz yani borderline hastalar insanların hem olumlu hem de olumsuz özellikleri olduğunu kabul edemezler. Burada şunu da söylemeliyim ki borderline hastaların süper egoları oldukça aktif çalışır ve oldukça cezalandırıcı ve keyfi hareket eder. Bu da yine farklı problemlere sebep olmaktadır. Özelliklerden bir diğeri de öfke denetimlerinin zayıf olmasıdır bu da kolay kavga etmelerine yol açar. Borderlineda diğer bazı kişilik bozukluklarıyla ortak bir durum daha vardır. Talyonik dürtüleri güçlüdür yani yaşadıkları acıyı başkalarına çektirmeye dair bir dürtüleri vardır. Talyonik dürtüler sonuç önemli olmaksızın acil rahatlama aradığı dikkat edilmesi gereken bir noktadır.

  



Borderline hasta genellikle iyi olmak yerine öncelikle intikam ve öç almak ister. Tedavide hastanın iyi olmakla intikam ya da öç almak arasındaki seçimi önemli bir noktadır. İntikam almayı seçtiği sürece tedavide olumlu bir ilerleme görülmez. Bu açıdan tedavide hedeflerden biri de duygudurum değişikliğini ve dürtüselliğini kontrol etmesini sağlamaya çalışmaktır. Dürtüsel davranışlar hastanın intihar etmesine kadar gidebilir. Talyonik dürtüler de hastanın olumsuz davranışlarına neden olabilir. Tedavide Talyonik dürtü kontrolü üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Borderline çocuğun geçmiş yaşamında ebeveynlerinin onun bağımlılığını ve çaresizliğini istismar ettikleri durumda çocuk bir terk depresyonu yaşar ve bunun en temel göstergesi de öfkedir. Bu bakımdan tedavide çocukluk öyküsünün ele alınıp işlenmesi önemlidir.
   Borderline’ın gerek başlangıcında gerekse belirtilerinde ve diğer pek çok anormalitede olduğu gibi anne çocuk ilişkisinin ne denli önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.




KAYNAKÇA
Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, Beşinci Baskı (DSM-5), Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı’ndan, çev. Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2013.
Arslan ve ark. (1977) Borderline Kişilik Bozukluğunda Örseleyici Çocukluk Yaşantıları ve Ruhsal Bulgular. Düşünen Adam, 10 (3), 33-39.
Jongsma, A.E., Peterson, L.M., Bruce, T.J. (2016) Bütün Ruh Hastalıkları İçin Yetişkin Psikoterapi Tedavi Planlayıcısı. Muzaffer Şahin (Çev.Ed.). Ankara: Nobel
Geçtan, E. (2015) Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar.  İstanbul: Metis
Masterson, J.F. (2014) Narsistik ve Borderline Kişilik Bozuklukları. Berat Açıl (Çev.). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü.

Masterson, J.F. (2015) Kişilik Bozuklukları. Betül Taylan Bozkurt, Tuğrul Veli Soylu (Çev.). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü

14 Temmuz 2017 Cuma

KİŞİLİK VE İLK SINIFLANDIRMALAR
   
   Çevremizde bulunan her bireyin farklı türde davranışlar sergilediklerine tanık olmuşsunuzdur. Ya da her tanıdığımız insanda farklı özellikler olduğunu fark ederiz. İnsanlar yüzyıllar boyunca bu farklılığın sebeplerini merak etmişler ve insanları özelliklerine göre sınıflandırmaya çalışmışlardır. İşte üzerine onlarca farklı kuramın bulunduğu kişilik kavramı bu şekilde çok eski dönemlerden beri merak konusu olmuştur. Ben kişiliğin tanımı ile başlamak istiyorum.
  
  Aslında kişiliğin üzerinde uzlaşılan tek bir tanımı olmamasına rağmen literatürde bazı tanımlar mevcuttur. Kişilik, bireyin kendisinden kaynaklanan tutarlı davranış kalıpları ve kişilik içi süreçler olarak tanımlanabilir. Başka bir tanımsa şu şekildedir; bireyi diğerlerinden ayıran, bireye özgü, tutarlı ve yapılaşmış özellikler bütünüdür. Bir başka tanımı; farklı durumlar ve zamanlarda bireyin ayırt edici davranış düzenlerini etkileyen, karmaşık psikolojik nitelikler bütünüdür.
  
  Buradaki 3 tanımda da bazı kavramlar ön plana çıkmaktadır. Örneğin kişiliğin tutarlı bir yapı olması gerekir. Çünkü tutarlı davranış kalıplarının durum ya da zaman fark etmeksizin gözlemlenebilmesi gerekir. Bunun yanında kişilik dediğimizi yapının bireyi diğerlerinden ayırt edici olması gerekir, bireyin tutarlı davranış örüntüleri kendisine özgüdür. Aslında bu noktadan bakıldığında onlarca farklı kişilik kuramı olması gayet normaldir. Çünkü insan doğası oldukça komplike bir mefhumdur.
  
  Bugün en çok bilinen kişilik kuramları psikanalitik, biyolojik, bilişsel, davranışsal ve insancıl yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar da kendi içlerinde oldukça farklı görüşteki kuramcıları barındırırlar. Ancak kişilik türlerine ait teoriler bu kadar yeni değildir. Aslında özellikle Antik dönemde felsefenin sorgulama özelliği ile birlikte insan doğası üzerine de görüşler ortaya konmuştur.
   
  Ünlü Yunan tıp hekimi Hipokrat milattan önce yaklaşık 5.yüzyılda bedende dört temel salgı olduğunu ve bu salgıların bizim duygu ve davranışlarımız üzerinde oldukça etkili olduğunu öne sürmüştür. Ancak asıl sınıflandırma yine Yunanlı hekim Galen (Bergamalı Galen) kişinin bedeninde hangi salgı baskınsa kişiliğinin buna göre belirlendiğini ileri sürmüştür. Galen’e göre 4 temel davranış farklılığı mevcuttur: iyimser, sakin, sinirli ve melankolik. Eğer bir kişide kan baskınsa mizacının neşeli, hareketli; balgam baskınsa sakin, ilgisiz; kara safra baskınsa melankolik; iltihap mevcutsa sinirli, telaşlıdır. Bu teori ilklerden olması sebebiyle uzun süre geçerliliğini korumuştur. Ancak biz bugün bu sınıflandırmanın oldukça basit ve temel düzeyde olduğunu biliyoruz.
   
  İnsan doğasının oldukça komplike olduğunu söylemiştim. Bu yüzden kişilikle ilgili tek kuram kitabı ya da araştırma okumadan insan sarrafıyımdır diyen kişilere itibar edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. İnsan beyni bilinen evrenin en karmaşık yapısıdır haliyle kişilik de beyinden ayrı düşünülemeyeceği için bu konuda daha çok araştırmalar yapılacak, çok teori ortaya atılacak gibi duruyor.
Kaynakça
Burger J.M. (2016) Kişilik. İnan Deniz Erguvan Sarıoğlu (Çev.) İstanbul: Kaknüs
İnanç, B.Y. , Yerlikaya, E.E.(2014) Kişilik Kuramları. Ankara:Pegem
Gerrig, R.J, Zimbardo P.G. (2016) Psikolojiye Giriş Psikoloji ve Yaşam. Gamze Sart (Çev.Edt.) Ankara: Nobel

Fordham, F. (2001) Jung Psikolojisinin Ana Hatları. Aslan Yalçıner (Çev.) İstanbul: Say

13 Temmuz 2017 Perşembe

NARKİSSOS’DAN NARSİSİZME ÇAĞIN VEBASI
   
    Narkissos Yunan mitolojisinde bir karakterdir ve kendi kendine âşık olarak tüm ömrünü bu şekilde geçirdiği için bizim psikanalitik kuramdaki narsisizm dediğimiz olgu bu karaktere bir göndermedir. Ayrıca narsisizm Yunanca ’da duyarsızlık anlamına gelen Narke ile de ilişkilidir.
    
   Çağımızda önemli bir kişilik bozukluğu olan narsisizm ya da özseverlik uzunca bir süredir psikoloji dünyasının ilgisini çeken bir kavramdır. Narsisizm ’in başlıca özellikleri büyüklenmecilik (abartılı bir şekilde), kendilerine aşırı bağlılık, empati yoksunluğu, sürekli olarak beğenilme, takdir edilme, övülme isteği, kendi çıkarları için başkalarını kullanma ve ayrıcalıklı olduğu düşüncesidir. Narsistler başkalarının başarılı olmalarını kıskanırlar ancak onlara göre de herkes onları kıskanır. Narsistler diğer insanlara ilk başta büyüleyici görünebilirler bu durum onlara duygusal anlamda yakınlık duyan kişiler için bir tuzak niteliğindedir çünkü ilişki başladıktan sonra yoğun kavgalar yaşanır. Bir diğer ilginç nokta yapılan araştırmalarda narsistik kişiliğin davranış örüntüsünde yaş ve eğitim dahi fark etmeksizin saldırgan davranış ve aşağılama eğilimi olduğu görülmüştür.
  
    Narsisizm’le ilişkili farklı kuramsal yaklaşımlar mevcuttur. Örneğin Freud iki tür narsisizm tanımlar ilki libidonun sürekli olarak bireyin kendisine yöneltilmesi sonucu nesne ilişkilerindeki bozukluktur, ikincil narsisizm ise dış dünyada yaşanan hayal kırıklığı ya da engellenmeler sonucu libidonun tekrar bireyin kendisine yönlenmesidir. Otto Kernberg ise narsisizm için patolojik bir kendilik aşkı ifadesini kullanmıştır ona göre narsisizm gelişimsel bir duraklama ya da saplanma değildir. Ayrıca Kernberg narsisizm’i borderline’ın bir alt kategorisi şeklinde açıklama yoluna giderek başkalarına bağımlı olmaya karşı bir savunma olarak görür. Bir diğer açıklama ise Winnicott’tan gelmiştir. Winnicott’a göre olumsuz anne – çocuk ilişkisinden ortaya çıkan baskın yapay benlik gerçek benliğin üzerini kapatarak onu yok sayar. Bu şekilde yapay benlik yaşamda etkin hale gelir. Bu sahte kendilik normal insanlarda karşılık bulmaz ve görevi özellikle borderline ’da görüldüğü gibi terk depresyonuna karşı savunma yapmaktır. Narsisizm üzerine ilginç bir bakış açısı da Kohut’tan gelmektedir. Kohut’a göre birey çocukluğunda kendisini çevresine özellikle de annesine fark ettirebilmek için takdir edilme ihtiyacı duyar. Bunun için çeşitli yöntemlerle çabalar ancak anneden ve çevreden onay, takdir alamayıp fark edilmediğinde bu dönemde takılı kalır ve bunu ilerleyen dönemlerde aşırı şekilde övülme, beğenilme çabası şeklinde gösterir. Bütün bireyler gelişimin belli bir döneminde sosyal çevreden takdir, onay alma ihtiyacı hissederler.
  
     Bu kuramsal yaklaşımlara daha pek çok yaklaşım eklenebilir. Bu kısımda dikkat edilmesi gereken nokta çocukluğa inildiğinde özellikle olumsuz anne-çocuk ilişkisi ile karşılaşılmasıdır. Bu sağlıksız ilişki yetişkinlikte de narsisizm ’in tanı özelliklerinde kendini belli eder. Örneğin bir narsistik hasta: ‘Bir aile içinde kuzenlerimle otururken beni ilgilendirmeyen şeylerden söz ettiklerinde hiçbir şey bilmiyorum diye düşünüyorum. Sessiz kalmak zorundayım kendimi sefil hissediyorum, hareket edemiyorum ve kendime kızıyorum. Tam oradayım fakat kenardayım.’ Bu örnekte aslında Winnicott’un sahte kendilik kavramını bir kez daha görüyoruz.

  Toplumsal bir bakış açısı ile yaklaşacak olursak da günümüz tüketim ve rekabet toplumlarında narsisizm olgusuna sık sık rastlanması ilginç bir durum değildir. Genellikle bireyci toplumlarda çocuklar makyevelist düşüncenin yanında yaşıtlarıyla yarış halinde büyümektedirler. Bu çocuklarda sadece sonuç odağı olduğundan başkalarının başarılarını kıskanma, diğerlerine karşı empati yoksunluğu, kendilerine aşırı bağlılık gibi narsisizm’in özellikleri sık sık görülmektedir. Yani narsisizm olgusu ele alınırken patolojik durum bir yana sosyolojik bağlamda incelenmeye değerdir. Çağın vebası başlığının bu yüzden önemli olduğunu düşünüyorum.


      Birçok kişilik bozukluğunda olduğu gibi narsistlerde de tedavi görmek çoğunlukla olası bir durum değildir. Ancak tedaviye geldiklerinde dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır. Narsistler çok yoğun bir şekilde savunma yaptıkları için bunun farkına varmaları gerekir. Narsistik kişilik bozukluğu olan hastalarda yıkıcı davranışlarla yüzleştirmek ters tepebilir bu bakımdan daha çok reddedilen gerçeklik algısı üzerinden gidilmesi işe yarayabilir. Vaka örneklerinden yola çıkarak tedavinin uzun sürdüğü de söylenebilir.

KAYNAKÇA

 Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, Beşinci Baskı (DSM-5), Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı’ndan, çev. Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2013.
Erik, E.H. (2014) İnsanın 8 Evresi. Gonca Akkaya (Çev.). İstanbul: Okuyanus
Geçtan, E. (2015) Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar.  İstanbul: Metis
Masterson, J.F. (2014) Narsistik ve Borderline Kişilik Bozuklukları. Berat Açıl (Çev.). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü.
Masterson, J.F. (2015) Kişilik Bozuklukları. Betül Taylan Bozkurt, Tuğrul Veli Soylu (Çev.). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü
Karaaziz, M. ve Erdem Atak, İ. (2013). Narsisizm ve Narsisizmle İlgili Araştırmalar Üzerine Bir Gözden Geçirme. Nesne, 1 (2), 44-59. 

10 Temmuz 2017 Pazartesi

8 Temmuz 2017 Cumartesi

İnsan Doğasını Anlamlandırmaya Adanmış bir Hayat: Alfred Adler

Hayatı ve ilk yılları:
7 Şubat 1870 de Penzing, Avusturya’da doğdu. 6 çocuklu Macar Yahudisi bir ailenin ikinci çocuğu ve babası tahıl tüccarı. Çocuklukta çok fazla sağlık problemi yaşadı. Raşitizm hastalığından dolayı 4 yaşına kadar yürüyemedi ve glotis spazmları da yaşadı. Bunun yanında çok ağır bir zatürre geçirip ölümden döndü. Ayrıca Adler çocukluk yıllarında travmatik anılar da yaşadı. 3 yaşındayken yanındaki yatakta erkek kardeşi Rudolf’un ölümüne şahit oldu bunun yanında çelimsiz vücudu hep dalga konusuydu. Ölümle çok erken tanışmasından dolayı doktor olmaya karar verdi. Abisi Sigmund’a karşı kıskançlık duyguları vardı. İlkokul yıllarında bedenen yaşıtlarından zayıf ve matematik dersinde oldukça geriydi. Ancak daha sonra matematikte çok başarılı olmuştur.

Üniversite: Viyana’da tıp okulunda doktorluk eğitimi aldı 1895’te mezun oldu. Nöroloji ve psikiyatride uzmanlaştı. Bu yıllarda Adler’in tedavi sürecinde tedavinin ruh ve beden ile aynı anda yürütülmesi görüşü vardı.

Freud- Adler İlişkisi: Nihayet takvimler 1902 yılına geldiğinde dönemin radikal bilim insanı Freud kurmakta olduğu topluluğa Adler’i davet etti. O dönem Adler’e veliaht gözüyle bakılıyordu. Hatta Adler’in psikanalize büyük katkıları da oldu. Ancak Adler bu çalışmalar sırasında insanın basite indirgenmesi olayına karşıydı çünkü ona göre yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar farklı kişilik yer alıyordu. Böylece bireysel psikoloji doğmuş oldu. İlginç bir diyalog olduğu için yer vermek istedim Freud ve Adler arasındaki buhranlı yıllarda Adler Freud’a  ‘’Sanıyor musunuz ki, bütün ömrüm boyunca gölgenizde yaşayıp gitmek benim için pek büyük bir zevktir?’’ diye iğneleme içeren bir soru sorduğu söylenir bunu Freud Yaşamım Ve Psikanaliz kitabında anlatır.

KURAMI:  Öncelikle Adler insan doğasına pozitif bakar. Çünkü ona göre insan değişme potansiyeli olan bir canlıdır. Bunun yanında sonradan Horney ile devam edecek olan feminist görüşün de psikoloji dünyasındaki ilk temsilcisiydi. Ona göre toplumun bazı hataları kadınlarda yoğun aşağılık komplekslerinin oluşmasına yol açıyordu.                                                                                            
Adler’in çocuk eğitimi konusundaki görüşleri de olumludur bunu da kendi pozitif kişiliğine bağlayabiliriz. Çünkü o dönemde Avrupa’da çocuk eğitimi konusunda şiddet tercih edilen bir yoldu.

Yaşam Biçimi:  Yaşam biçimi 4-5 yaşlarında oluşur. Kişinin hayatındaki engellerle nasıl başa çıktığını ve çözüm ve hedeflere ulaşmanın anlamını yaratma yollarını belirtmektedir. Adler’in şımartılmış yaşam tarzı adında bir kavramı vardır. Buna göre Nevrotik yaşam tarzı da şımartılmış çocuğun yaşam tarzıdır. Şımartılmış çocuk arzularının kanun olarak görülmesini ister. Bunun yanında konuşmasını doğru dürüst öğrenemeyenler sıklıkla şımartılmış çocuklardır. Adler kendi oluşturduğumuz hedeflere ulaşmak için izlediğimiz yolu içeren yaşama uyum biçimini de yaşam tarzıdır.

Sosyal (toplumsal) ilgi: Adler’i diğer kuramcılardan ayıran önemli bir özelliği de doğumdan itibaren insanın sosyal ilişkiye girme ihtiyacı ile dünyaya geldiğini savunmasıdır. Adler, insanların diğerleriyle ilişki kurmak için doğuştan potansiyeli olduğunu savunmuş ve bu olguya sosyal ilgi adını vermiştir. Toplumsal ilgi üç aşamada evrimleşir: bunlar; yetenek, kabiliyet ve ikincil dinamik (çeşitli aktivitelere yönelik tutum ve ilgi) özelliklerdir. Toplumsal ilginin ortaya çıkıp geliştiği ilk ilişki anne-çocuk ilişkisidir. Bu açıdan anne- çocuk ilişkisi çok önemlidir. Günümüzde ise bu ilişkinin ne derece önemli olduğunu binlerce araştırma sonucunda görmekteyiz.

DOĞUM SIRASI: Adler’in doğum sırasıyla ilgili görüşleri, çocukların ne gibi problemlerle karşılaştıklarını ve bunlara nasıl çözüm bulduklarını keşfetmek amacıyla oluşturulmuştur. Doğum sırası bir çocuğun toplumla nasıl bağlantı kurduğu ve yaşam biçiminin gelişimi üzerinde etkili olabilir.
İlk çocuk: Tahtını kaybetmiş kral olarak tanımlanır. Bu yüzden en büyük çocuklar rüyalarında sıkça düştüklerini görürler. İlk çocuklar genelde liderlik özelliğine sahiptirler ve tutucu olabilirler.
İkinci çocuk: İkinci çocuğun sosyallik duygusu ilk çocuğa göre daha iyi gelişir. Bunun yanında ailede her zaman bir rakibi olduğu için oldukça hırslıdır. İkinci çocuklar da sık sık kendilerini yarışırken görürler. Başarı yönelimlidirler.
En küçük çocuk: Adler ailede en iyi en küçük çocukların geliştiğini ama aynı zamanda en sorunlu çocukların da en küçük çocuklar olduğunu söylemiştir. Yarışmacıdırlar. En küçük çocuklar hep hırslıdır ama en hırslı çocuklar da en tembel olanlardır.
Tek Çocuk: Genellikle aile tarafından şımartılırlar. Bağımlı ve benmerkezci olabilirler.

İlk-Erken Anılar:  İlk-erken anılar ilk olarak yaşam stilinin başlangıç anılarını ve en basit ifadelerini gösterirler. Yani bu anı kişinin ana sorunu ile çok yakındır. Adler’e göre insanlar hayatlarında etkili olan olayları anımsarlar. Bunu kendinize de uygulayabilirsiniz ilk olarak neleri hatırladığınızı düşünüp.

AŞAĞILIK VE ÜSTÜNLÜK DUYGUSU: Adler’e göre aşağılık duygusu başarmak ve hayatta kalmak için güdüleyicidir. Aşağılık duygusu komplekse dönüşmediği sürece, insanın bir zayıflığı değildir. Üstünlük kavramı da aşağılık duygusunun üstesinden gelmek için kişinin benlik değerinin şişirilmesi anlamına gelir. Üstünlük çabası tüm insanlarda doğuştandır ve ileriye yönelik güdüleyicidir. Üstünlük hedefi yapıcı ya da yıkıcı olabilir bu kişinin kendisi ile ilgilidir. Üstünlük çabası toplumsal düzeyde de gerçekleşmektedir. Toplumlarda kendilerini mükemmelleştirmeye çalışırlar. Üstün duygulara ulaşmanın bir başka yolu da bir başkasını sinirlendirmektir. Yaşam hedeflerimiz de üstünlük çabamız açısından önemlidir.

UYKU POZİSYONLARI -Yatarken tortop olanlarda cesaret eksikliği, görünmezlik isteği olabilir. Yüzükoyun yatan insanların inatçı ve kavgacı oldukları gözlemlenmiştir. Sırt üstü uyuyan bir kişi görünmek ister.( Üstünlük çabası ile ilgili) Başları yataktan sarkarak uyuyanlarda genellikle ertesi günün taleplerinden kaçmak vardır. Bütün gece durmadan hareket eden huzursuz uykucular doyumsuz olduklarını ve biraz daha fazlasını yapmayı istediklerini gösterirler. En sessiz uykucular en rahat olanlardır ve rüya görmezler.

RÜYALAR:  Adlerciler yaşam biçimini analiz ederken çocukluk rüyalarına ve daha güncel tekrarlayan rüyalara tepki verirler. Adler rüyaların anlamlı olduğunu ve bireylerin yaşam biçimlerine işaret ettiklerine inanır. Adlerci terapide sembollerin rüyalarda sabit anlamları yoktur. Rüyanın amacı geride bıraktığı duygulardır. Görevi ise önümüzde bulunan zorluklara karşı çıkmak ve bir çözüm ön görmek. Rüyalar aynı zamanda kendimizi aldatmamızdır. Çünkü olmayacak hedeflerimize ulaştığımızı da görebiliriz. Duygularına kulak asmayan veya sorunlara bilimsel yaklaşan insanların çok seyrek rüya gördüklerini ya da hiç görmediklerini söyleyebiliriz.

ADLERCİ TERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMA KURAMI

-Adlerci psikoterapi ve psikolojik danışmayı açıklamak için psikoterapinin 4 aşaması kullanılmıştır. Bu aşamalar:
1.aşama: İlişki yani ilişkinin kalitesi
2.aşama: İlk/erken anıların, aile topluluğunun ve rüyaların analizi
3.aşama: Danışanların yorumlarının açıklanması
4.aşama: Yeniden düzenleme/yönlenme İç görü ve yorum
Terapötik ilişki Danışan ve danışmanın rolleri nelerdir?
Karşılıklı saygı ve güven
Dirence karşı cesaretlendirme
Terapide başarı beklentisi
Amaçların belirginleştirilmesi
Hastanın söylediklerinin dinlenmesi ve hareketlerinin gözlenmesi
Empatik tepkiler
 inançlar duygularla sonuçlanır.

DEĞERLENDİRME Değerlendirme de kullanılan bilgiler genel olarak ;
-aile dinamikleri
-İlk/erken anılar
-Rüyalar’dan oluşur.

AİLE DİNAMİKLERİ VE TOPLULUĞU
Bir bireyin yaşam biçimini değerlendirirken anne babanın birbiriyle ilişkisi ve kardeşlerin ilişkisine değinilmesi önemlidir.
Aile, toplumu yansıtan bir mikrokozmostur.
Kardeşlerin pek çok bakımdan karşılaştırmalı değerlendirilmesi de önemlidir.
Temel Hatalar
İlk/erken anılardan kaynaklanan temel hatalar, bireyin yaşam biçiminin kendisine zarar veren yönlerine atıfta bulunur. Çoğunlukla temel hatalar başkalarından kaçınma veya geri çekilme, bencillik ve güç için arzu duymayı yansıtır.
Temel hataların sınıflanması:
1.Aşırı genellemeler
2.Sahte veya olanaksız güvenlik hedefleri
3.Yaşam ve yaşamın gereksinimleri hakkındaki yanlış anlamalar
4.Kendi değerini en aza indirmek veya reddetmek
5.Hatalı değerler


YENİDEN DÜZENLEME/YÖNLENME
Hastaların hedeflerine ulaşmak için inanç ve davranışlarını değiştirdikleri evre, yeniden düzenleme/ yönlenme evresidir.

ANINDALIK
Terapide şu anda neler olduğuna dair insanın deneyimlerini ifade etmesi anındalığı tanımlar. Terapistin, hastanın sözel ya da sözel olmayan biçimde anlattıkları arasında ilişki kurmasına dayanır.

CESARETLENDİRME  Adlerci psikoterapi oturumları boyunca kullanılan cesaretlendirme, ilişki kurmada ve danışanın yaşam biçimini değerlendirmede yararlıdır. Yeniden düzenleme/yönlenme evresinde bireyin risk alma ve yeni şeyler denemedeki gönüllülükleri desteklenmelidir.

MIŞ GİBİ YAPMA Hastanın, eylemin başarısız olacağından korktuğu durumlarda hastadan «işe yaramış gibi» davranması istenir.

KENDİNİ YAKALAMA Hastalar hedeflerini değiştirmek ve gerçekleştirmek için uğraşırken değiştirmek istedikleri davranışları sergilerken kendilerini yakalamaya gereksinim duyabilirler. Davranış yaşamları boyunca pek çok kere tekrarlandığından «kendilerini yakalamak» için fazladan çaba sarf etmek zorunda kalabilirler.

GÖRÜNTÜ/RESİM YARATMA Terapist, hastanın bir şey başarmasına yardımcı olabilecek bir görüntü/resim önerir. Adler bir şeyi yapmanın zihinsel resminin, birinin zihinsel olarak anımsamasından daha etkili olduğuna inanır.
Bu bağlam genişletilirse, zihinsel bir görüntü yerine bir dizi görüntü olabilir. Danışanlara, ortaya çıkabilecek farklı sorunlarla başa çıkabilmelerine yardımcı olmak için görsel betimlemeler öğretilebilir.

DANIŞANIN ÇORBASINA TÜKÜRME Bir teknik olarak psikolojik danışman bir danışanın davranışının amacını değerlendirir ve daha sonra bu davranışı daha az çekici kılacak yorumlar yapar.

KATRAN BEBEKTEN (İÇİNDEN ÇIKILMASI ZOR DURUMDAN) KAÇINMAK Adler, «katran bebek» terimini terapistin hasta için önemli olan ve hastaya sorunlar yaratan yapışkan (katran) bir sorunu tartışırken dikkatli olmasına atıfta bulunarak kullanmıştır. Kendine zarar veren bazı davranışları değiştirmek çok zor olabilir ve hasta için özel bir önem taşıyabilir. Örüntü hatalı varsayımlara dayalı olsa ve hedefleri karşılama ile sonuçlanmasa da, hasta eski algılara takılıp kalabilir. Daha da ötesi hasta benlik algısını koruyabilmek için terapisti diğerleri gibi davranmaya zorlayabilir.

DÜĞMEYE BAS TEKNİĞİ  Mosak tarafından geliştirilen bu teknikte hastalardan gözlerini kapatmaları ve yaşadıkları mutlu bir anı anımsamaları istenir. Mutlu görüntülere eşlik eden duygulara odaklanmaları istenir. Daha sonra acı öfke veya başarısızlık olabilen mutsuz bir görüntü yaratmaları ve sonra tekrar mutlu sahneyi oluşturmaları istenir. Bu teknik hastalara, kendi duygularını değiştirme gücüne sahip olduklarını gösterir.

PARADOKSAL NİYET/YÖNERGE Bu teknikte hastalar semptomlarını daha da geliştirmek içi cesaretlendirilirler. Örneğin; parmağını emen bir çocuğa bunu daha da çok yapması söylenebilir. Adlerciler, hastanın davranışını kabul ederek uygun olmayan şeyin daha az çekici geleceğine inanırlar.

EV ÖDEVİ Hastaların görevleri başarmalarına yardımcı olmak içi Adlerciler ev ödevi vermeyi genellikle yararlı bulurlar. Ev ödevi genellikle terapi oturumları arasında göreceli olarak kolayca başarılabilecek şeyler olur.

 KAYNAKÇA
Adler,A.(2008).Nevroz sorunları(A.Kılıçlıoğlu,Çev) İstanbul:Say
Adler,A.(1984).Güç çocuğun eğitimi(N.Önol,Çev) İstanbul:Varlık
Adler,A.(2013).Yaşamla ilgili sorunlar(L.Yarbaş,Çev) İzmir:İlya
Adler,A.(2013).Yaşam bilgisi(L.Yarbaş,Çev) İzmir: İlya

Adler,A.(2013).Ne için yaşıyoruz(L.Yarbaş,Çev) İzmir:İlya
Sharf,R.S.(2014).Psikoterapi ve psikolojik danışma kuramları(N.V. Acar,Çev)
Ankara:Nobel
İnanç,B.Y. ve Yerlikaya,E.E. (2014). Kişilik kuramları.Ankara:Pegem

7 Temmuz 2017 Cuma

Homo Sapiens ve Entropi
    
  Bu iki kavram birbirleriyle hayli uzak gibi görünse de bu yazımda aralarındaki ilişkiyi inceleyeceğim. İlk olarak entropiyi incelemek açısından termodinamik ile başlamak istiyorum. Termodinamiği genel olarak ifade edecek olursak enerji ve madde arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim dalı olduğunu söyleyebiliriz. Termodinamiğin 4 temel yasası bulunmaktadır. Bunlardan ilki sıfırıncı yasa olarak bilinen yasadır sıfırıncı yasa olmasının sebebi birinci ve ikinci yasaların bu yasadan önce bulunması ve sıranın bozulmak istenmemesidir. Sıfırıncı yasanın özeti şu şekildedir: Herhangi iki madde arasında ısı alışverişi yoksa bu iki madde dengededir. Termodinamiğin birinci yasası ise temel olarak enerjinin transferi sırasında korunduğunu söyler. İkinci yasa benim bu yazımı ilgilendirdiği için daha sonra bahsedeceğim. Üçüncü yasa temel olarak maddenin belirli sıcaklıkta sadece tek bir halde ya da durumda olabileceğini söyler.
    
  Gelelim ikinci yasaya. Termodinamiğin ikinci yasasına göre enerji akışı daima yüksek enerjiden düşük enerjiye doğrudur. Bunun bir başka noktası ise evrende her şeyin düzenden düzensizliğe doğru gittiğidir bu olaya entropi diyoruz. Bu yüzden düzenin en büyük kaynağı Big-Bang’dir. Büyük patlamadan bu yana evren düzensizliğe doğru gitmektedir. Buna psikolojiden bir örnek verecek olursak travmaya maruz kalan bir bireyin ruhsal dünyası düzenden düzensizliğe geçer ve enerji giderek düşer. Başka bir örnek verecek olursak, kemiğin kırılması da bir düzen halinden düzensizliğe doğru geçiştir.

  Şimdi diğer başlığımıza değinelim. Homo Sapiens zeki insan demektir. En son bulunan kemikler bilinenin aksine Homo Sapiens’in 300.000 yıl önce bile dünyada olduğunu gösteriyor. Evrimsel süreçte Homo Sapiens; Homo Erectus ve Neandartaller gibi diğer insan türlerini ortadan kaldırıp bugüne değin gelebildi. Genlerini de güçlü kaldığı için nesiller boyunca aktarmayı başardı. Çünkü evrimsel açıdan bakacak olursak bir türün başarısı dna kopyalarının sayısı ile ölçülür yani ne kadar çok kopya o kadar başarı. Mikro evrimsel açıdan yani tür içerisindeki değişim süreci içerisinde ruhsal anlamda bir entropiden söz edilebilir. Yani tür içinde de düzenden düzensizliğe geçiş mevcut. Ancak canlılar açık sistem oldukları için enerji alıp bu düzeni sağlamaya çalışmaktadırlar. Düzensizliğe bir karşı koyma da diyebiliriz. Nihayetinde ise düzensizlik meydana gelir.

  Evrende madde-enerji ilişkisi termodinamik yasaları ile açıklandığından ve insan da bir enerji olduğundan ruhsal enerjiye termodinamik yaklaşımıyla bakabiliriz. İnsan ruhunu da bir enerji olarak düşünürsek termodinamiğin 2. yasası gereği burada da bir düzensizliğe doğru gidişat olduğunu söyleyebilirim. Nesiller arası geçiş sürecinde ise ruh sağlığı olumsuz şekilde etkilenmektedir. Bu yüzden başta depresyon olmak üzere çeşitli ruhsal rahatsızlıklar giderek artmaktadır. Ancak bu bir anda görülebilecek bir şey değil ama bilimin de ilerlemesiyle araştırmalar da arttı. Aslında demek istediğim ruhsal düzensizlik gittikçe artıyor. Zaten entropi de bu şekilde genel düzensizlik birdenbire ortaya çıkmıyor. Filogenetik (evrimsel) geçiş sadece fiziksel durumumuzu etkilemiyor yani içsel olarak da değişme gösteriyoruz tabi bu yine dediğim gibi bir anda olabilecek bir şey değil ancak nesiller boyunca ruhsal entropi Homo Sapiens’i etkileyecek.

  Homo Sapiens’in devam eden evrim sürecinde ruhundaki düzensizliğin artarak devam edeceğini düşünüyorum. Tabi burada çevresel koşulların da etkisi olacak şüphesiz.
KAYNAKÇA:
Bahçeci,Z.(2015) Evrim. Ankara:Anı
Harari, Y.N.(2016) Hayvanlardan Tanrılara-Sapiens. Ertuğrul Genç (Çev.) Kolektif Kitap


4 Temmuz 2017 Salı

TRAVMA VE YENİ YÖNELİŞLER

   Travmalar kişinin fiziksel yaralanmasına sebep olan, ölüm tehlikesine yol açan, psikolojik bütünlüğüne zarar veren ve çoğu zaman ani gelişen olaylardır. Bir kişinin travma belirtileri göstermesi için olayı doğrudan yaşamasına gerek yoktur. Travma belirtileri: olay veya olaylar başkalarına olurken şahsen tanık olmakla, yakın çevreden birinin bu şekilde bir olaya maruz kalmasını öğrenmekle de ortaya çıkabilir.

   Belli başlı travma türlerini şöyle sıralayabiliriz: Çocuk istismarı, doğal afetler, savaş, işkence, kitlesel kişilerarası şiddet, büyük çaplı taşımacılık kazaları, yangın ve yanıklar, motorlu araç kazaları, tecavüz ve cinsel saldırı, yabancıların fiziksel saldırısı, yakın partner şiddeti, seks ticareti/taşımacılığı, başka birinin cinayetine ya da intiharına tanık olmak, yaşamı tehdit eden tıbbi durumlar. Burada da gördüğümüz gibi çok çeşitli olaylar, durumlar travmaya sebep olabilmektedir. Şimdi biraz da travma durumlarının insan üzerindeki etkilerini inceleyelim.

   Öncelikle travma durumlarının beyin bölgelerine etkisi vardır. Lokus seruleus ve amigdala birlikte travma sonrası stres bozukluğu (TSSB)’unda temel olan alarm tepkisini oluştururlar. Amigdala, limbik sistemde bulunan beynin korku duygusu ile bağlantılı bölümüdür. Lokus seruleus ise noradrenerjik nöron gruplarının temel kaynağıdır ve uyanıklık ile beklenmeyen uyaranlara yanıt verme görevleri vardır. Tünel bellek dediğimiz yapı ise travma yaşantısı olan kişinin olaya dair negatif, yoğun ve uyarıcı anılara, olayla ilgili bilgiye odaklanıp çevresel anılarla ilgili duyum ve bilgilerini azalttığı bellektir. Travmatik yaşantılar merkezi sinir sisteminin yanında otonom sinir sistemini de etkiler.

   Travmanın psikolojik bütünlüğe de etkileri vardır. Travma mağdurları depresyon ile yas belirtilerine benzer belirtiler gösterirler ancak kişisel farklılıklar vardır. Burada cinsiyet, yaş, ırk ve sosyo-ekonomik durum değişkenleri vardır. Örneğin daha genç ve daha yaşlı bireyler yetişkinliğin ortasındakilere göre daha fazla risk taşırlar. Ancak daha da önemli olan durum stres kaynağının (travmatik durumun) özellikleridir. Örneğin cinsel saldırı kitlesel kişilerarası şiddete göre daha ağır stres durumlarına yol açmaktadır.

   Travma sırasında yoğun sıkıntının, bir olayın ne şekilde kodlandığı önemlidir. Çünkü travma mağduru zihninde bu olayı tekrar tekrar yaşar. Yani mağdurlar hayatlarını normale döndürmekte oldukça zorlanırlar. Bu yüzden tedavi aşamasında kısa süreli ve çabuk sonuç veren teknikler öne çıkmaktadır. Travmaya maruz kalan kişiler de duygu-durumlarının en kısa sürede normale dönmesini istemektedirler.

   Bu yazımızda yeni yönelişlerden EMDR terapisini inceleyeceğiz. EMDR, açılımı eyes movement desensitization and reprocessing yani göz hareketleri ile duyarsızlaştırma ve yeniden işlemedir. Bellek ağları arasında hızlı bağlantılar kurabilmesi, bilginin hızlı işlenmesini sağlaması nedeni ile EMDR ‘’hızlandırılmış bilgi işleme’’ olarak da adlandırılmaktadır. Francine Shapiro tarafından geliştirilmiş olup Türkiye'de ilk defa 1999 depreminde kullanılmıştır. Daha çok travma sonrasında kullanılır ve kısa süreli, danışan merkezli bir terapidir. Ana fikri geçmişte yaşadığımız travmatik hatıralar bugünkü semptomların ana nedenidir. Bu teknikte belirli bir sorunun temelini teşkil eden en eski işlenmemiş anıya 'Mihenk Taşı Anı’ ismi verilir. Bu mihenk taşı anı süreçte işlenmeye çalışılır. Terapi sırasında danışan terapistin parmağını sadece gözleri ile takip eder.
Burada amaç sağ ve sol lobu uyararak çağrışımları uyarmaktır. Genelde en kötü anıdan başlanır. Yarım dakikalık periyotlarla yapılır ve anılar tamamen pozitife dönünceye kadar devam edilir.

  EMDR uygulamasında en başta çalışılacak hedef belirleme aşamasında travma mağdurunun travmatik yaşantı sonrasında kendisi ile ilgili nasıl bir biliş geliştirdiği belirlenir. Bazı travma mağdurları travmatik yaşantı ile ilgili kendilerine olumsuz bilişler yükleyebilmektedirler. Shapiro travma alanında yaptığı çalışmalar sonucunda küçük yaşta travmaya maruz kalan kişilerin sorumluluk, güvenlik ve seçenekler ile ilişkili alanlarda yardıma gereksinim duyduklarını belirtmiştir.

   Shapiro, EMDR terapisini 3 ayaklı bir tedavi planına göre oluşturmuştur. İlk ayakta geçmişte yaşanan olumsuz durumların yeniden işlenip duyarsızlaştırılması sağlanır ki bu EMDR’nin davranışçı yanının bir göstergesidir. İkinci ayak bugünkü tetikleyicilerin tedavisini içerir bu kişinin biliş düzeyiyle alakalı olabilir. Üçüncü ayakta ise tedavi etmek, kişinin gelecekte karşılaşabileceği benzer sorunlarla baş edebilmesine hazırlamayı içerir.

   EMDR günümüzde oldukça sık kullanılan bir terapidir. EMDR’nin çok sık kullanılmasının sebebi kısa sürede olumlu sonuçlar vermesidir. Travmatik yaşantıların giderek arttığı dünyamızda kısa sürede sonuç veren terapi teknikleri öne çıkmaktadır. Ancak deneyimler ağır rahatsızlıkları olan hastaların genellikle sıkıntı ile baş edemeyerek terapiyi bıraktığını ve klinisyenlerin de böyle kişilerde EMDR’nin işe yaramadığını düşündüğünü göstermektedir. Böyle ağır durumlarda ilaç tedavisi ve psikiyatrik yardım gereklidir.

KAYNAKÇA

Önder,K. (2014). Ruhsal Travma Tedavisi İçin Emdr. Ankara: Hyb.

Scott C., Briere N.J.(2016). Travma Terapisinin İlkeleri Belirtiler, Değerlendirme ve Tedavi İçin Bir Kılavuz. Betül Dilan Genç (Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi.

Shapiro,F.(2015). Emdr Terapisi Teknikleri İle Acı Anıları Silmek. Fezal Gülfidan (Çev.). İstanbul: Kuraldışı.



3 Temmuz 2017 Pazartesi

Laboratuvardan Firar Eden İlk Robot

Robotlarla ilgili haber şu şekilde: Rusya’da Perm şehrinde öğrenme becerisine sahip bir robot mühendislerin kapıyı açık bırakmasını fırsat bilerek laboratuvardan kaçmış sonra şarjı bittiği için yakalanmış.


Haberin ilgi çeken yanı öğrenme becerisine sahip olan robot. Rusların bu robotlara neler öğrettiklerini bilmiyoruz şimdilik ama iyi niyetli olmayan kişiler bu robotlara kötü şeyler öğretirse ne olacak?


Bugüne kadar onlarca makine ve insan savaşını konu alan film çekilmiştir halen de çekiliyor. Yapay zekâ özellikle 2000li yıllarda çok ilerledi. Bunun içine bir de öğrenme becerisine sahip robotları dâhil edersek onlara savaş becerileri neden öğretilmesin ki?



Günümüz dünyasında insanların ‘merhamet’ becerisine sahip insanların birbirlerine neler yaptığını düşünürsek iyi-kötü kavramlarını ahlaksal olarak ayırt edemeyen robotların insanlara neler yapabileceğini hiç hayal edebilir misiniz? Robotlara işe yarayacak şeyler de öğretiliyor kuşkusuz örneğin tıp alanında gerçekten ilerlemeler umut verici. Lakin öğrenme becerisine sahip robotlar her zaman güzel şeyleri öğrenmeyebilirler. Bugün dünyada silah ticaretine her yıl milyarlar harcanıyor. Bu robotlar askeri olarak yetiştirilirse binlerce alıcısı olacağına eminim. Terminatör filmini izlemişsinizdir. Orada makineler imparatorluğu skynet bir yapay zekâydı ve dünyayı ele geçirmişti. Yani aslında Hollywood uzun zamandır dünyayı robotlarla savaşa hazırlıyor.

1 Temmuz 2017 Cumartesi

PSİKOLOJİK DÜNYADA RÜYALAR

 ‘’Truva kraliçesi bir gece rüyasında ateş doğurduğunu ve bu ateşin tüm Truva kentini yakıp yıktığını görmüş. Bunun üzerine bu rüya sonrasında kraliçenin doğurduğu bebek, İda Dağı (Kazdağı)’na bırakılmış.’’ Rüyalar insanlığın büyük gizemlerinden biridir. Hatta Yunan Mitolojisinde rüya tanrısı bile bulunmaktadır. Bu yazımda rüyanın psikolojik işlevinden ve boyutundan bahsedeceğim.

 Neden rüya görüyoruz sorusu ile başlayayım. Uykuya daldığımızda (ki bu 2 evreden oluşur), limbik sistem dediğimiz yapı görmeden sorumlu olan oksipital loba (art kafa lobu) sinyal gönderir. Aslında daha açık bir ifadeyle rüya görmek bilinenden hareket ederek yeni bir şeyler hayal etmektir. Limbik sistem bizim ilkel yanımızdır yani aslında çok eski atalarımızdan beri rüya görüyoruz. Eski mağara resimlerinden de bu durum anlaşılmaktadır. Bunun yanında doğuştan görme engellilerin de rüya gördükleri hatta rüyalarında oldukça belirgin uzamsal duyumların olduğu bilinmektedir. Ayrıca bütün canlılar rüya görürler.


 Eskiden beri insanlar rüyaların gizemlerinden dolayı geleceği yordama gücü olduğunu düşünmektedirler. Ancak günümüzün bilgi ve birikiminde rüyaların geleceği yordamaktan ziyade geçmişle ve bilinçdışı ile bağlantılı olduğu bilinmektedir. Ancak bugün bile internete rüya yorumları yazıldığında karşımıza temeli olmayan hurafelere dayalı yorumlar çıkmaktadır.

 Şimdi biraz da kuramsal çerçeveden rüyaları ele almak istiyorum. İlk olarak Freud’dan başlayacağım. Freud 2 ciltlik rüya yorumlarını yazdığında büyük tepkilerle karşılaştı ancak ona destek verilen yazılar da yazıldı hatta bu yazılardan biri de Adler’e aittir. Freud’a göre rüyalar arzuların gerçekleşmesidir. Çünkü bilinçdışı uyku rüya sırasında serbest kalmaktadır. Ayrıca Freud rüyada belli sembollerin belli anlamları olduğunu söyler. Örneğin akciğerler; ocakla, kalp içi; boş kutu ve sepetlerle, klarnet ve pipo ise erkeklik uzvuna işarettir.

 Adler ise her ne kadar Freud rüyalarla ilgili ilk görüşlerini açıkladığında ona destek veren bir yazı yazsa da sonradan farklı bir bakış açısı getirmiştir. Adler’e göre rüya yaşam stilinin bir ürünüdür ve görevi önümüzde bulunan zorluklara karşı çıkmak yani bir çözüm öngörmektir. Bu bakımdan duygularına kulak asmayan ya da sorunlara bilimsel yaklaşan insanların ya hiç rüya görmediklerini ya da çok seyrek rüya gördüklerini iddia etmiştir. Aslında Adler’in rüya yaklaşımı da kendi kuramından temellendirildiği için makul bir açıklama olarak görünmektedir.


 Jung rüyalar konusunda en çok çalışan kişilerden birisidir. Onun görüşü ise oldukça radikal bir görüş olarak karşımıza çıkar. Çünkü Jung’a göre bazı rüyalar çok derin yerlerden yani çok eski atalarımızdan mirastır. Onlarla aynı yaşantıları, aynı travmaları rüyalarımızda görebilmekteyiz. Jung rüyaların farklı katmanları olduğunu söyler ve rüyanın önemi de geldiği katmanla eşdeğerdir. Kolektif bilinçdışımızdan gelen rüyalar çok eski atalarımızdan kaynaklandığı için oldukça derinlerden gelir. Jung’a göre rüya yorumu yapabilmek için kişinin daha önceki yaşantılarını bilmek gerekir. Rüyalar bilinçdışında kalmış düşünce, yargı, görüş, yönlendirme ve eğilimler iletirler. Jung ayrıca kitabında ‘’ Rüyayı, bilinçdışının fiili durumunun sembolik bir formda kendini resmetmesi olarak görüyorum.’’ Demiştir. Yine kuramından yola çıkarak arketip rüyalar olduğundan bahseder Jung ve bu arketip rüyaların 3-5 yaşlarında hatırlanabilen ilk rüyaların imgelerinde olduğunu söyler.


Şimdi rüyalarla ilgili ilginç bazı bilgiler vereceğim:
 -Kadınlar genelde erkeklere oranla daha belirgin biçimde rüyalarını hatırlarlar.
 -Erkekler rüyalarında kadınlara göre 2 kat fazla erkek görürler, kadınların rüyalarındaki erkek ve kadın sayısı ise aynıdır.
 -Rüyalarda en hissedilen duygular korku ve öfkedir, bunlara sevinç de eklenebilir.
 -Çoğu zaman duygular yoğun olduğunda uyku ve rüya bölünür.
 -İnsanların sadece yaklaşık yüzde 10’u her gece gördükleri bir ya da birden çok rüyayı hatırlar.


Kaynakça
Adler, A. (2012) Ne İçin Yaşıyoruz. Lütfi Yarbaş (Çev.). İzmir: İlya Freud, S. (2003)
Rüya Yorumları I. Akın Kanat (Çev.). İzmir: İlya
Jung, C.G. (2015) Rüyalar. Aylin Kayapalı (Çev.) İstanbul: Pinhan
Montangero, J. (2016) Rüyanın Psikolojisi. İsmail Yerguz (Çev.) İstanbul: Say
Bilimin Temelindeki Unsurlardan Merak

Bilimin temelinde yatan olgulardan birisi de meraktır. Örneğin Darwin türlerin kökenini merak etmiş bu merak duygusuyla 5 yıl boyunca gezmiş ve gözlem yapmıştır. Aynı şey Newton için de geçerlidir yanına ağaçtan elma düşmesi onda merak uyandırmıştır. Bunun gibi sayısız örnek verilebilir. Bizde neden bilim gelişmiyor sorusunun cevaplarından biri de bu merak etme olgusu olabilir. Bununla ilgili merak etmenin kötü sonuçlarına dair atasözlerimiz bile mevcut. Ancak kim ne kadar para alıyor kim kiminle duygusal ilişki içinde gibi bizi dedikodudan öte hiç bir yere götürmeyen meraklarımız mevcut ama bu da bize katkı sağlamıyor. Çünkü insan doğasını merak etmiyoruz, uzaydaki kara delikleri mesela merak etmiyoruz ya da insanın evrimleşme sürecini... Kısaca bilimin gelişmesi olguların merak edilip araştırılması, onların çalışılması ile mümkündür.